YAZILAR
 

Aff ve Ceza

Öyle sanıyorum ki, gerek kutsal kitaplarda, gerekse mitolojide malzeme olarak yansıyan insan, dünyaya ilk ayak bastığında bir dolu yasaklara da ayak basmış sayılmaktadır. Onun yasağı ilk doğduğu yer tanımındaki cennette de, yılanlı, şeytanlı, tuğbalı, buğdaylı itiraflarla başlar. Adem peygamber kendi vücudundan yer edindiği söylenen eşi Havva ile ilk cezayı söz konusu mekanda almıştır tabi ki semavi inançlarına göre.

Bu demek oluyor ki aynı zamanlarda görünmezlerde bir eğemenliği de ilk defa kabullenmiş ve bu eğemenlik buyruğunda yaşamayı da öğrenmiş oluyor. Ademin zinciri olan bütün insanlık bugüne kadar üreniş külfetiyle yedi milyarlık bir sayıya da uzanmış bulunmaktadır. Bulunmaktadır ama, bu kez de bu kadar büyük nüfusun sahipleri, kendi aralarında kurdukları , fiziki eğemenliklerle, farklı farklı kitalarda ,farklı farklı adetlerin hesabı içindedirler.

İnsan yaşamında suç unsuru, beraber yargıyı doğurmakta ve bunlar birleşip, insan bağımsızlığını sekteye uğratan cezayı oluşturmaktadır. Anlaşıldığına göre cennetle başlayan geleneksel ve semavi yargı bugün yerini aşikar bir halk düzenine bırakmış olup , yüzlerce peygamber , milyonlarca kitaplardan sonra ulaştığı önemli merhalenin tepesinde demokrasi denen bir kavram bulunmuştur.

Bu kavram, insan yaşamını konu alan, koruyan yaşatan ve uyğulandığı zaman tadına doyulmayan en çağcıl kavramdır. Bana göre demokrasi kendi ilkelerinde insan gerçeğine ne kadar elverişlidir özğürlük vaad etse de, görünen odur ki kendini korumakta da son derece kararlı ve acımasızdır.

Demokrasiler, müspet ya da menfi her türlü düşünceyi özğür kılmaktadır. Ancak menfi düşünceler fiile dönüştüğünde , adı geçen sistem yani demokrasi bütün kurallarını çalıştırır. Bu kuralların içinde hukuk vardır, nizam, ölçü, bilim vardır, güç, zor vardır, tavsiye, uyarı, şefkat vardır. Demokrasilerde kişi özğürlükleri devlet kadar önemlidir, zira devlet kişilerin çoğunluğundan meydana gelen bir gerçek olduğuna göre, aynı devlet kendisine demokratik hukuk devleti demekteyse, kendisinin hakları kadar devleti var eden her faktörün haklarının kendisiyle eşit olduğunu saptamalıdır. Hiçbir kimse kendi eğemenlik hakkının, başka haklardan üstün olduğu kanısında olmamalı bence. İnsanın yaşama hakkını elinden almak kadar daha feci bir şey düşünemiyorum. Bu işlevi insan kendi kendisine de yapsa olağan karşılamıyorum ve tasvip etmiyorum. İntiharlar gaspların, kötülüklerin ve korkaklıkların dik alasıdır.

Adaletsizliğe direnen insanın ilk şartı kendisinin haklı olması noktasındadır. Haksız bir insan bütün savaşında , bataklık üstünde kıpırdayan bir ağır varlığa benzer, kıpırdadıkça batar.

Demokratik yapılanmayı teokratik yapılanmadan ayıran, insan hakları konusunda meydana gelen aksaklıkları, tek taraflı bir irade beyanıyla değil, hukuk normuna bağlı kalarak bu aksaklıkları giderme yöntemi seçilir. Eğer bir ulus kendi hukuku içinde kalmadan, yasalarını hukuka uygun olarak yapmıyorsa o sistemin adı demokrasi değildir.

Bugünlerde şahit olduğumuz manzaralar yukarıdaki hikayenin bir parçası olduğu için değinmek zorunda kaldım. Etik değerlerini yaşamı kadar önemli tutan her delikanlı, islediği suçu delikanlıca çekmeli ve devletten mürüvvet dilememelidir. Yaptığı eylemi kendi mantık çerçevesinde haklı buluyorsa bir kişi neden bunun affını bir başka kişiden dilesin?

Bu kelime sadece siyasi düşüncesinde nizamı eleştiren ve bu uğurda damlara giren fikirdaşlarım için geçerlidir. Ancak bir hırsız, bir ırz düşmanı , bir hortumcu, bir halk düşmanı ,bir toplum haini yalancı, dolancı,sahtekar kadar işaret ettiğim ahlaki çizgiden varestedir. Onlara benim hiçbir çagrım yoktur. Bunca mazlumu yakan, yıkan, vuran insanların af gerekçesi, eğer onları topluma tekrar kazandıracak bir yönetimin varolduğu düşünülüyorsa ben bu yöntemi kabullenmek istemiyorum. Bunca yazar ,çizer ve düşünür insanları, mazlum sanatçı topluluklarını katleden bir zihniyetin varolması dahi bir devlette çok ayıp bir kamburdur. Dağlarda , kentlerde, bunca insanlarımızı birbirine kırdıran, binlerce ocağı söndüren memleketi kan gölüne sokan sebep ne ola ki, bugün bu sebep aranmıyor da, iktidarda nasıl kalınabileceğinin hesabı yapılıyor.

Gönül isterdi ki tek insanımız mapus ta kalmasın, ama gönül başka bir şeyi daha ister ki , devletin, milletin bankaları soyulmasın, halkı dövülmesin sokaklarda, coplar altında can vermesin. Suçu işleyenlerden daha ziyade görenler ceza çekmesin. İki başı rezil bir değnektir ki yazık devlet bu işin altından çıkmaz oldu, yazık yalnız devlet mi? Elbette ki hayır. Devleti var eden halka yazıktır. Vatandaş düştüğü hatanın dürtüsünden kurtulamadan üzerine benzin döküp yanarak kendisini güvenlik güçlerinin içine atmaya çalışıyor. Ve biz korkunç durumda bulunan bu insanı tekrar birde vurarak zararsız hale getirmeye çalışıyoruz. Bu adamın zarar verecek bir durumu mu kalmış? Cayır cayır yanan bir insan P.K.K 'lı da olsa, Ermeni de olsa, dünyanın en namusuz katili de olsa, Dev-yolcu da, Dev-solcu da olsa her kim olursa olsun, yanarak koşan bir insana ben müslümanım, ben insanım diyen her insanın bırakın kurşun sıkmayı sevinerek bakması dahi insanlık ölçüsü içinde değildir.

Ben içerde bulunan hiçbir örğütün mensubu olmadığım gibi, onlarla alişverişte dahi bulunmayan bir sanatçıyım. Hatta çoğu sol örğütlerden, revizyonistçiliğim , faşistçiliğim , işbirlikçiligim gibi sıfatlarla nitelendirmektedirler. Ama bütün insanlara insan olmasından dolayı değer verdiğimden dolayı bu tür olayların yaşanmasına karşıyım.

Demem odur ki bir af yasası çıkarılırken ne götürülüp ne getireceği her halde iyi hesap edilmiştir. Aslında buna büyüklerin aklı erer ama yine de yazmak içimden geldi.

Bana öyle geliyor ki biz kaş yaparken göz çıkarmayı normal görmekteyiz, yani belki de affettiğimiz insanları yeni bir cezanın tadını görmesine hazırlamaktayız. Bir daha altını çizerek söylemek isterim ki , iyi bir insan yaptığı suçun cezasını gururla çeker, en azından zulmünü reva gördüğü kişi masumsa bedel çekmekle huzur bulur, değilse hırsını almış olduğundan gurur bulur. Ne var ki ben modern bir ülkede yaşıyorum diyen insanlar , haklarının hakimleri kendileri olmamalıdırlar. Bu kişi çoban da reisi cumhur da olsa adalete başvurmalı, hakkını bağımsız yargı odaklarında aramalıdır. Eğer bu haksızlık yargıdan geliyorsa ondan daha büyük bir yarğıya yine aynı hukuk inancı içinde başvurmalıdır derim.

Mahzuni Şerif


Kürtler Azınlık Değil

Batı tarih bilimcilerinin kabul ettiği şekliyle, Kürt kavmi en az batılılar kadar eski diğer halklar kadar tanrı ve insan hukuku önünde insan olarak eşit ve haklıdırlar, niçin mi?

Hz. Musa peygamberin Tevrat’ta; Tekvin 26 ayette; Ve Allah dedi suretimize benzer bir insan yapalım. denizin balıklarına göklerin kuşlarına ve bütün yer yüzüne ve yerde bütün her şeye hakim olsun. ve Allah insanı kendi benzerinde yarattı.

Kuran-ı Kerim, Bakara Suresi 41. Ayette; (Ayni zamanda Tevrat’ı onaylayıcı) edici olarak indirilen Kuran’a inanın ona inanmayanların ilki siz olmayın. Benim ayetlerimi değersiz şeyler karşılığında değişmeyin ve benim azabımdan korkun.

Şimdi bu şair kafamla, batıyı İslam’a davet ettiğimi düşünecekler çıkacaklardır. Avrupa ve Amerika çoğunluğu itibariyle Müslüman degildirler. Onlarda, Tanrının bir başka büyük kitabı olan Hz. Isa nebiye inandıkları için Hz. Musa ile Muhammet arasında tanrı kulları olarak tanrının diğer kitapları olan Tevrat ve Zebur’a da saygı duyacaklarını umduğumdan yazdım.

Şimdi sormak istiyorum: Gerek Tevrat ‘a, Zebur ‘da, Incil’de ve Kuran’da diyor mu ki ve suretimize benzer bir alman yaratalım, bir Türk bir Kürt, bir Amerikalı, bir İngiliz yaratalım.

Kutsal kitapların tümü gösteriyor ki (ve Allah insanı yarattı. )Kürdü yada başka bir insanı ayrı yaratmadı. İnsanları üreten, doğuran, çoğaltan ademi yarattı.

Kutsal kitapların dışında, bir de tarih bilimine evet diyorsak, ki diyoruz. Yeryüzüne yayılan insanoğlunun pınar toprakları, adem ki Mezopotamya ‘da, daha doğrusu yeryüzünü yöneten tanrı kurallarının ifade bulduğu öncü insanların çıktığı peygamberler toprakları demek istiyorum. İsa’dan dört bin yıl önce insanlık var olduğuna göre, hepimizin bildiği Fırat’ın güneyinde yaşayan en ulu kavimlerin başında Sümerler geliyor. Bu Sümerlerle iç içe yaşayan, Samiler, Guthiler (Kurt’i)var olduğuna göre, batının buna yok demesi olası değildir.

Demek ki altı bin yil önce var olan halk şimdi de vardır. Ve bu altı bin yıl boyunca Avrupa’nın ve Amerikanın Kürt halkıyla iç içe yaşadığı, bir savaşı, bir barışı, bayramı bölüştüğü duyulmuş yada bilinmiş bir olay değildir.

Şimdi nereden çıktı Avrupa’nın Kürt haklarının savunuculuğuna şaşmaktayım. Bin yıl önce yaptıkları haçlı seferlerinde, Müslüman yada Yahudi bütün inanç grupları hedef almıştır. İnsan haklarının bugün avukatı kesilen Avrupa yada Amerika ya söylemek isterim ki, o günlerde yaşayan mağdur halklar bugünkü halkların ataları değil miydi? Milenyum çagında, bir azınlığın tanımı bence:
1-Hudutlarını bir kurtuluş savaşıyla çizen ülkelerin içinde kalan, işgalci halkların, insanların kabile şeklindeki vatandaşlarıdır. Biz bunlara misafirler demekteyiz.
2-Dili, dini, uyruğu, çok ayrı olup, çok uzak ülkelerden göç eden magdur topluluklar ise
3-Yaşadığı topraklarda, o toprakların devletine ihanet edip, tekrar affedilen isyancı gruplar ise

Türkiye Cumhuriyetin de Kürtler azınlık değildir, bu cumhuriyetin ortağı değillerdir, sahibidirler. Sahibidirler diyorum çünkü, ortaklıklar bir bölüşümde taraf olan en az iki kişidir.

Kürtler ve Türkler Türkiye Cumhuriyeti topraklarını, binlerce sene önce tanırlar ve yüzlerce sene bu topraklarda beraberce yaşadılar ve topraklarda 19. yy başlarında tehlikeye düştüğü zamanda birlikte kurtarıp bağımsız Türkiye Cumhuriyetini birlikte ilan ettiler. Bu iki tarihi ve kutsal halkı birbirinden ayırmak için batı ittifakı şimdi bahane edilmektedir bence.

İnsan haklarını korumak batının şanına mı düşmüş? Batının yaptığı zulüm, adaletsizlik, haksızlık, yeryüzü kara parçalarını terazilerine konsa, hangi tarihte affedilir, bilemem. Hiristiyan alemine kan kusturan, milyarlarca Yahudi ‘yi yakıp yıkan firınlarda eriten, daha önce engizisyonlarla, koca bir kıtayı küle çeviren, cennetler satıp alan İsaları çarmıhlara gerip Portekiz ‘den Hindistan’a koloniler hazırlayan, koca Arabistan ‘ı ve Müslüman alemini İngiliz mandası altında, Fransız ve İtalyan zulmü cenderesinde inim inim inleten batı değil mi?

Koca bir tarihe sahip olan Filistin ve Ortadoğu halklarını zarı zarı asırlardır ağlatan. . . .
Anadolu’yu kurbanlık bir koyun olarak görerek birinci dünya savaşında, bütün müttefikleriyle birleşip, bir imparatorluğu daha duman eden. . . Bu topraklarda yaşayan bütün etnik varlıkları küle çeviren, kentleri, köyleri yakıp yıkan batı değil mi?

Şimdi hangi hakla ve ne yüzle bu toprakların diğer bir parçası ve sahibi olan Kürt insanını korumaya kalkıyor. Yani biz Avrupa’yla ne zaman birlik olduk ki şimdi de bu birliğe talim etmek için kendi iç yapımızı bu otoriteye emanet edelim?

Bu topluluk haclılık inancını bırakmış değildir. Medeniyet ve çağcılık adına bu kez oynadığı oyun daha akıllıcadır. Milletleri, önce kültürleriyle karıştırmak, sonradan kendisine kırdırarak, muaffaket peşini kovalamak istiyordur. Ayrıca, Kürtler azınlıktır demenin başka ifadesi, burada Türklerin varlığını inkar etmenin diğer bir adıdır. Çünkü o hesaba göre Türkiye de yaşayan, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Abazalar, Aleviler, Tatarlar, Gürcüler, Lazlar, Şiiler, Azeriler, Acemler ve yüzyıllardır bu toprakları memleket etmiş gayri Müslim hesabın içinde çıkarıldığı zaman Yerli Türkler bir İsrail kadar kalmaz.

Batı bizden ne istiyor diye sorarken, Sevgili Kürt kardeşlerimizde, bu dönek batı bakışına inanmalarını sağlıkla karşıladığımı söyleyemem.

Bir daha söylemek istiyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti, Allah’ın büyük bir felaketi söz konusu olup sular altında kalmadıkça, (Nuh Tufani gibi Türk ve Kürt yapışıklığı bozulmayacaktır. Ben buna yürekten inanıyorum.

* * *

Onlar Medler iken haberi yoktu
Avrupa Kürtleri yeni mi sevdi?
Haçlı seferinde kökünü yaktı
Avrupa Kürtleri yeni mi sevdi?

İsa’yı çarmıha gerdiren onlar
Roma hançeriyle vurduran onlar
Filistin’i bin yıl durduran onlar
Avrupa Kürtleri yeni mi sevdi?

Milyonlarca Yahudi’yi yaktılar
Portekiz’den Hindistan’a baktılar
Spartaküslere çivi çaktılar
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

İki avuç İsrail ‘in aşkına
Bir doğuyu çevirdiler şaşkına
Dünyada bir ülke inanmaz buna
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Kerkük’te petrol var Iran ‘da cevher
Elbette batılı doğuluyu sever
Arasa da bulamaz Türk gibi nefer
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Batının savaşı barışı hile
Ne kadar anlatsam da sığmaz ki dile
Altı bin yıl kardeş Kürtler Türk ile
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Hiç kimse bu kadar olmaz serseri
Bir doğdular adem babadan beri
Kürt Türkün gövdesi, Türk Kürdün feri
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Yobazı aydınları hacıları bir
Yaraları aynı sancıları bir
Kardeşliği özdür bacıları bir
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Bir Kürdün Samsunda çıksa avazı
Adanalı duyar yapar niyazi
Utanmazlar bize bırakın bizi
Avrupalı Kürdü ne zaman sevdi?

Köküm Horasandan rahmetle yağdım
Atam Dersimlidir sabırlar yığdım
Afşinin Berçenek köyünde doğdum
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Anadolu toprağımdır ovamdır
Erciyes rengimdir Ağrı sıvamdır
Mahzuniyim Kürtler Türkler mayamdır
Avrupa Kürtleri ne zaman sevdi?

Mahzuni Şerif


Hem Kızılbaş Hem Alevi

Alevi ibadethanesine ad olan Cem sözcüğünün Türk anadilinin demirbaşlarından olduğunu sanmıyorum. Ancak Cemaat, Cemahire kavramlarının Arapça’dan sekizinci yüzyıl ortalarında Göktürk ve Oğuz, Karahan dillerine geçtiğini, kitabelerinde yer aldığını düşünmekteyim. Bunun eşiti olan kavram, Şaman Türklüğünde Halaka (birbirine bakan halka)dır. Bir anlamda; birliktelik çemberi, inanç çemberi gibi.

 

Kaldı ki, Cumhuriyet sözcüğünün kökünde de, bu küçücük sözcüğün anahtar olduğunu iddia edebilirim.

Cemlerden, halakalardan teşekkül etmiş İslâmi ülkelerde siyasi bütünlüğe Cemahiriyye tapşırmasının bu kaynaktan ileri geldiğine hükmediyorum. Bu küçük pencereden yola çıkarsak, “Cami” gerçeğinin de pınarına buradan ulaşılacağını sanıyorum.

Zira Cami, Cem olunan halk olma istencesiyle, İslâmi harekette bir buluşma noktası olmuştur. Ancak İslâm peygamberi Muhammed’in, ölümünden sonra makamına talip olan “Halefleri” arasında yaşanan “Hilâfet” handikabı içinde cemve cami asıl amaçlarından uzaklaştırılmıştır. Ali’nin Cumhuriyetçi mantığıyla, Emevi’nin, Ehl-i Sünnet ve Cemaat terkibi çatıştığından, cem ile cami ayrı ayrı platformlarda düşünülmeye başlanmıştır. Anadolu Türklerinin, Müslümanlığı Ali’yle, yani Alevilikle kabul etmiş olması, 12. yüzyıldan itibaren Cem’e yönelmeyi tercih etmesi anlamına gelmektedir.

 

Alevilikle kabul etmesi dememdeki dayanak noktası şudur:

Muaviye ve lânetullah oğlu Yezid döneminde, Türk devletleriyle Emevi hükümranlığı arasında, sınır ve siyaset ihtilaflarının olduğu bir gerçektir. O güne kadar İslâmı tanımayan Türk, Kürt ve Pers halk yığınları; Budist, Brahmanist, Maniheist ve Şamanist din gelenekleriyle haşır-neşirdiler. Doğu Türkistan’dan Özbekistan, Moğolistan ve Çin’e kadar bu dinler hakimdi. Arap yarımadasına sahip olan İslâmiyet’in Muaviye gibi her şeyi mubah gören ikiyüzlü bir halifesine tek muhalif Hz. Ali olduğuna göre; ve Emevilerin mukayesesini yapan Türkler ile komşuları, İslâmiyet’i Ali Müslümanlığı olarak algıladılar. Bir başka deyişle, Müslümanlığı Alevi olarak kabul ettiler. Ancak Selçuklu döneminde, Şam’dan ve Bağdat’tan akan Nakşibendi tarikatının göçü, Anadolu’da yerleşme çabasındayken, Türkistan’dan kaynak bulan başka bir Anadolu düşüncesi, Babaî, karşı hareketinde görülür. Buradan da, Baba İlyas, Baba İshak gibi Şaman Türklerinin gayretinde bir Hacı Bektaş’ın zuhur ettiğini görürüz.

 

Anadolu’da yaşayan bütün etnik yığınlar ve onların bulunduğu tinsel görünümle Bektaşilik ve Alevilik barış içindedir.

Başta Ali’nin camide şehit edilmesi, Ali şiasının camiyle arasını açmıştır. Hem öyle olmuştur ki, İslâm dinini kuran, yaşatan ve 12 evladını şehir veren Ali ve oğulları hakkında aynı camilerde lanet okutulmuş, Ali’yi seven ve Onun Ehl-i Beyt’ine gönül bağlayan hemen her toplum ve her ülke, Emevi ve Abbasi hükümdarlarından aldıkları buyruklarla kılıçtan geçirilmiştir.

Ancak bu, Türk boylarına bir diş geçiriş olamamıştır. Çünkü Osmanlılar, Şeyh Edebali gibi bir Bektaşinin himmetiyle Anadolu topraklarında hakimiyetlerini ilan ettiklerinden, asıl adı Otman olan Osman Gazi bile Bektaşi gülbankları arasında kılıç sallayıp, Şahı Merdan’ı Tevhit etmiştir.

 

Sözü şuraya getirmek istiyorum: Yukarıdaki sözlerimin girişinde söylediğim Cem ve Halaka sözü en çok Osmanlı döneminde anlam kazanmıştır. Yani insanın insanı kıble edinmesi, ancak Cem terkibiyle mümkün olmuştur. Dikkat edilirse, Medine’de ve Mekke’de, Beytullah’a atfedilen ziyaretlerin tümünde Halaka dediğimiz Cem tablosu yaşanır. Onbinlerce mümin çember halinde birbirine bakarak dua ederler. Orada kuzey-güney, doğu-batı gibi farklı yönler silinir. Kuran’ın, peygamberin buyruklaştırdığı Hac şekli böyle resmedilir. Aleviliğin her ibadet ünitesinde zaten bu yaşarır.

 

Bir dairenin iç yüzünün her noktası aynı intizam içinde birbirine kıbledir. Aslında 21. yüzyıl belki de ta o günden hedeflenmiştir. İnsanın, insan görünümünde Hakk’ı hedef etmesi, dört kitabın dördünde de secdenin Adem’e olması; bölünemez, tahrip edilemez bir Allah buyruğudur.

 

Ben, Allah adına insana secde etmeyi yeğlemekteyim. Bir Alevi çocuğu değil, bir Hıristiyan ya da Musevi de olsam böyle düşünmekteyim. Buradan, Zerdüşt’ten, Brahma’dan önce Allah’ın var olduğunu düşünmek için Müslüman olmanın mecburiyetine dahi inanmıyorum.

 

Aslında hiçbir peygamber ve hiçbir kutsal kitabın Allah’a inananlar için indiğini sanmıyorum. Zaten inme sözcüğü ilginçtir. İnişler bir yüksekliğin varlığını (fizik olarak yüksekliği) ifade eder. Oysa ki ben, bu anlam dışındaki bütün yücelikleri kendi değerleriyle düşünmüşümdür. Yani bulutların, atmosferin, ozonlar yığınının ötesine hiçbir Tanrı aramadım. Onlardan daha yüce insan âleminin sevgisinde, gönlünde, bütünlüğünde ve doğanın her güzelliğinde beni Yaradan’ı arayıp, keyfime göre isimlendirdim. O’na “gül” dedim, “Ali” dedim, “Veli” dedim; ağzıma ve gönlüme, gözüme güzel gelen her şeye O’nun adını verdim. Bana bunu haram edecek her yasaya, her bilirkişiye, her dinsel nas’a (insana) rest çekmekteyim.

Çünkü aynı şeyi Hz. Ali ve O’nun yolunda yürüyen İmamlara ilaveten Hacı Bektaş Veli yapmıştır. Hatta bütün hırsına, şevkine rağmen Mevlana yapmıştır. Ahi Evren yapmıştır. Nesimiler, Hallaçlar, Pir Sultanlar yapmıştır.
Neden Mahzunîler de yapmasın ki!?..

 

Ali’nin kendi kişiliğinde yaşayan Alevilikle, İran, Suriye, Pakistan ve Mısır Şiiliğinde yaşayan Alevilik aynı değildir. Bunun içindir ki, tutarlı Alevilik, Ali misyonunda yatan Aleviliktir. Bu, Anadolu Aleviliğidir. Arap mantalitesinde yatan Alevilik, hilafet sürecinde yaşayan sosyolojik dengesizliğin ve Emevi hırsının ürünüdür.

Ali, kendisinden önceki Halife-i Ruyi zemin totaliterliğine karşı, devrimci ve çağdaş mantığını işletmiş, o günün anlamındaki demokrasiyi gündeme taşımıştır. Kamuoyuna dikkat çekmiş ve tek egemenliğin halk ve halaka seçiminden geçmesini savunmuştur. Bundan doğan ateşlemede de Gadir-Hum’da, Sıffın’da öne sürülen savların tümü kanla bastırılmış, Ali ve oğullarına olan husumet bugüne kadar intikal etmiştir.

Bu konuyu gözleyen ve izleyen Türki devletlerle, İran’da yaşayan Zerdüşti Kürtlük âlemi, Ali’nin getirdiği modele diyalektik olarak sıcak bakmışlardır. Ben, burada kendimi bir tarihçi olarak sergileyemem. Ancak tarihi iyi okuyan ve merak eden bir kişi olarak Türkiye Alevilerinin yolunun gerçek Alici yol olduğunu savunmak ve yaymak isterim.

Çünkü Ali’nin başlattığı Cemahirel vukuat, Atatürk’ün noktaladığı Cumhuriyetin mayasını hazırlamıştır. Ve bunun içindir ki Anadolu Alevileri, çağdaştır, bölüşümcüdür, demokrattır, hukukseverdir, barışsever sağduyulu bir toplumdur...

 

Ali, halifelik mücadelesi vermekle, aydınlarımız (!) tarafından zaman zaman suçlansa dahi, bunun böyle olmadığı gün gibi açıktır. Ali, halifeliğe son vermek isteyen ilk halk adamıdır. 12 evladı da aynı sav üzerinden telef olmuştur.

Namaz kılarken hiçbir kimse, “Müslümanım” diyen biri tarafından öldürülmez. Burada Ali’yi şehit edenler, “Müslüman” idiyseler, bugünkü Sünni âleminin mensubu dostlarımız, O’nu vuranların Müslümanlığıyla nasıl gurur duyabiliyorlar?

 

Haşimoğullarıyla, Ümeyyeoğulları “amca” çocuklarıdır. Yani Muaviye, lânetullah Yezid ile Hz. Ali (r.a.) aynı dedenin son halkalarıdır. İki amca oğlu arasında yaşanan bu mücadele ve bu mücadelenin yarattığı yapı, bunların yardakçıları tarafından niçin bugüne malzeme edilmiştir? Onu bir türlü çözmüş değilim.

Böyle bir dengesizlik önünde gerçeğe varmak için Alevi ya da Sünni olmanın hiç mi hiç önemi yoktur.

 

Hatta buna rağmen şunu önemle ve yürekle söylemek istiyorum:

Eğer Ali’yi sevmenin, Ali otoritesine bağlı olmanın, kısaca; Alevî olmanın yücesinde bir yerler olsa, adının içinde yedi dinli münafıklık bile olsa, ben Alevilikten istifa eder, derhal o olurum.

Elhamdülillah Aleviyim, Kızılbaşım ve de laikim, ilericiyim, çağdaşım.

 

Bu duygular ve bu misyon içinde bütün dünya halklarını selamlıyor, bütün Alevileri kucaklıyor, Sünni yiğit yürekler niyazlar gönderiyorum...

 

Murtaza’ya müptelayım tarifi mümkün değil

İltica ettim dünyaya ibreti sevda için

Cahilin hışmı önünde mutedilim mutedil

Küfre mi düşer Mecnunlar Hazreti Leyla için?

 

Erbab-ı hilâf ile ülfeti ikrâr olmaz

Ta ezelden muhakkak ki kâmilden zarar olmaz

Sad hazaran Ali gördüm, Cenabı Haydar olmaz

Başka yaran yoldaş var mı Cenabı Mevlâ için?

 

Hey Cihadı farz edenler, şaşkına bak şaşkına

Musa Tur-u Hak’ta iken, Mısır düştü taşkına

Ağaçtan kan akar mıydı, söyleyin Hak aşkına

Kimde vardır bir damla yaş, Şahı Kerbela için?

 

Reva mıdır beş vakitte vasıl olayım Şah’a

Ömrümde ikrar verdim, göremem ki bir daha

Huri ile Gılman ile pazarım yok Allah’a

Ömrümde yalan etmedim Cennet-i Alâ için

 

Bunca pervane misali şem’e yandın Mahzunî

Hangi Pir’e ikrar verdin, kime kandın Mahzunî?

Sen ki bir evlâd-ı Zeynel Ağuçan’dın Mahzunî

Amma bi-nesilsin şimdi cahil cühelâ için...

 

Mahzuni Şerif


Kutsal Küller

Onlar bir sabahtı, soldu bir ses oldular
Hak aşkına yandılar.
Külleri mukaddes oldular.

Bir yedi saatlik farkla, 2 Temmuz Sivas faciasından kurtulmuş oldum. Bir gece evvel, Kültür Bakanlığı'nın Ulus'taki 100. Yıl Kültür Merkezi’nde Türki devletler sanat gösterilerine çağrılı olduğum için, Sivas'a ancak gece hareket etmek durumundaydım. Sabah yedide, Madımak Oteli'nde ayrılan yerime gelecektim.

Benim programım 3 Temmuz 1993 günü, Pir Sultan Abdal'ın kendi köyü olan Banaz'da olacağından, 2 Temmuz gösterilerinin kadrosunda yoktum. Acı haberi, aynı akşam Ankara'da sahne kulisinde öğrendim.

Sivas kıyımı, neresinden bakılırsa bakılsın, asla ve asla heyecanlı bir grubun bir andaki tansiyonu konusu değildir. Toplumbilimciler de pekala bilirler ki, plansız programsız eylemlerin hiçbiri, bu denli isabetli ve dört dörtlük bir kasıtla hedefi bulamaz.

Olayların başlangıç noktası her ne kadar Sivas Kültür Merkezi'nde görülmüş olsa dahi, bu, bilinçli bir harekâtın, önceden tasarlanmış zaman kazanma taktiğidir.

Bu taktik, o anda ivedilikle verilmiş bir kararın eseri de değildir. Çünkü, yüzlerce seyircisiyle birlikte, şehrin ortasında devlete ait bir mekanın yakılması, o gizemlerde yatan kanlı düşüncenin planına uygun düşmezdi. Bu nedenledir ki, önce seyirciyi icraatçılardan ayırmak ve hazırlanan yerde asıl eylemi gerçekleştirmek gerekiyordu. Bu bir avcılıktır. Tıpkı av kurbanlarında olduğu gibi, avı kendi mekânından uzaklaştırarak daha büyük kolaylık sağlanmış oldu.

Yüzyılımızda, dünya ulusları arasında silahlı çatışmanın ve bu çatışmayla galibiyetin geçersizliğini fark eden emperyalist arzular, bu kez dermanı, halklar arası kültür farklılıklarında arayarak, kültürleri birbirine çarpmakta ve bu çarpışmada, fiziki savaşı başlatmak istemektedir.

Türkiye'de su yüzünde olan çok önemli bir gerçek, Alevi yurttaşlarla Sünni çağdaş kesimin kaynaşmasını endişeyle karşılayan sinsi ve negatif düşüncenin, bazen kendisini İslami dürüstlükle (şeriatçılıkla), bazen de siyasi teorisyenlikle (sağcılıkla) kabul ettirmek istemesidir. Aslında her iki şekilde de memleketimiz insanlarına, tedavisi zor hizipler hazırlayanlar, tümüyle Batı sermayesine masumane pozisyonlar altında hizmet eden, Ortadoğu ve Arap şeriatçısı ithal kaynaklardır. Sivas olaylarına verilen süs, memlekette belli bir kesimin (Aleviler'in ve aydınların) Allah tanımazlığı, din bilmezliği ve Atatürkçülüğün laik terkibinin "küffârlık" biçiminde değerlendirilmesinden başka bir şey değildir. Türkiye'de var olan şeriatçı ve İslamî ağırlığın devlet otoritesinde egemen olması ve sağcı iktidarların "vatanseverlik" duvarı arkasında, Türkiye'de emekçi ve ilerici bir sınıfı, kendi iktidarları için hedef göstermesi, madalyonun öteki yüzüdür.

Sivas suçlularının DGM'de yargılanması, işin büsbütün şaşılacak yanıdır. Çünkü Sivas'ta, devletin bir tek mahalle bekçisinin bile burnu kanamamıştır. Harekât, bütün fiili özelliğiyle, Alevi ozan ve sanatçılarla, Sünni aydınlar üzerinde tamamlanmıştır. Tespit edilen fotoğraflarda, ses kayıtlarında, güvenlik kuvvetleri önünde zevkle seyredilen bu dram, tümüyle hükümetin suç ortaklığı içinde cereyan etmiştir. Bu tablo da bize, tarihin yanlı Osmanlı halifeliğini, şeyhülislam'ın fanatik cehaletini, ırkçı ve faşist bir gizliliğin resmiyete yansımasını sunmaktadır. Haddizatında olaylar, salt bir "mezhep çılgınlığı" olarak lanse edilmemelidir. İran, Kuveyt, Suudi Arabistan, Katar, Dubai, gibi ülkelerde yaşayan şeriatçı acımazlık, yüzyıllardır Türkiye topraklarına hâkim olmanın bütün şekillerini denemiştir ve denemeye devam edecektir. Bunu Nakşibendi, Aczimendi, Kadiri, İsmaili gibi tarikatlarda ve bu tarikatlara bağlı illegal gençlikte açıktan seyredebiliyoruz.

Aslında, İslam ülkelerinde önce şeriatçı bir kavramı besleyerek, sonra da ona alternatif üreten Batılı zihniyet, her iki burçta da kendi galibiyetlerinin bir an önce yaşama geçmesini beklemektedir. Özellikle, tümüyle cumhuriyetçi ve Atatürkçü olan Alevi toplumunun yok edilmesi, bugün devleti her ünitesiyle ipoteğine almak isteyen fanatik ve çıkarcı bir zümrenin işine yarayacaktır. Sünni halk da bunların piyonu olarak, sonunda aynı acımasızlığa uğrayacaktır.

Tarihte, Osmanlılar'ın sadece asaletleri adına yaptığı bütün kıyımlara karşı dikilen baş, yine Aleviler'le Türk aydınlarının başı olmuştur.

Sivas'ta bir Pir Sultan yaşamış ve asılmış ise, devletin malını çaldığı, namuslu insanların ırzına tecavüz ettiği, Allahı ve kitabı inkâr ettiği için asılmamıştır. O günlerde Sivas'ta yaşanan bugünkü namussuzluk adına asılmıştır. Ben, iki yüzyıl sonra doğmuş ve bu olayları okumuş olsaydım, onurlar dolu diye anlattığım ata tarihimizden utanıp, bundan onursuzluk duyardım. Devlet, Aleviler'e üvey evlat olarak bakılmasını onayladığı sürece, halk, Aleviler'i öyle görmeye devam edecektir. Arşivlerde, eşitlik ilkelerinin sadece adres olarak yazıldığı yasalar hayata geçirilmedikçe, Sıvaslar bitmeyecektir. Bir Ermeni, bir Hıristiyan, Katolik, Yahudi, ibadet özgürlüğüne sahipken, Aleviler'in ibadethanelerine müsaade edilmemesi, kültürünün tanınmaması dahi nice, Sıvaslar yaratacaktır.

Mahzuni Şerif


* Daha Geniş İçerik İçin Siteye Bilgisayarınızdan Giriş Yapınız.


« BAŞA DÖN